Yaşam

TRT’deki Karanlık Yıllarım

Ümit Tunçağ radyo günleri, megaplus dergisi 35. sayı

Radyo Günleri

Ümit Tunçağ

[email protected]

Şimdi ben de böyle bir başlık görsem hemen sorarım, “Ne demek karanlık yıllar?” diye… Sözü uzatmadan iki tarih vereceğim; 12 Mart ve 12 Eylül…

Bugünün gençlerine hiçbir şey ifade etmeyecek bu iki tarihle ilgili anılarıma geçmeden, yurdumuzda “ordunun yönetme el koymasının” biz TRT çalışanları için ne anlama geldiğini de bilmeyenler için açıklamalıyım. Türkiye’de ihtilaller, TRT ele geçirilerek halka anons edilirdi. Ya 27 Mayıs’ta olduğu gibi, bir albay çıkar “ordunun yönetme el koyduğu”na dair bildiriyi okur, ya da sonraki yıllarda olduğu gibi, değerli bir haber spikerimize “zorla” okutulurdu. Bu metnin okunmasıyla birlikte yalnızca ülke yönetimine değil, TRT’ye de “el konulur”du. İşte böyle başlardı “karanlık günler”.

O günleri anlatmadan önce son bir ayrıntıya değinmek istiyorum. Ben yaşamım boyunca bıyık ve sakal bırakmayı hiç “sevmedim”. Bu yazımla birlikte sizlerle paylaştığım resimleri gördüğünüzde, o iki resmin de bu karanlık yılları unutmamak için bıraktığımı söylemeden edemeyeceğim.

Evet, gelelim karanlık yıllarıma…

12 Mart ihtilali ile birlikte idareyi ele alan ordu elemanları, ilk iş olarak, her kurumda olduğu gibi, TRT’de de “sol görüşlü” kişileri mimlemeye başladılar. Henüz mesleğinin çiçeği burnunda ama 68 kuşağının bir temsilcisi olan ben de, bu furyanın içine alındım. Birçok program teklifim reddedilirken, bir yandan da idare tarafından baskı altında tutuldum. Yalnızca bir şeyi unutmuşlardı. 1971’de İzmir’de düzenlenecek unutulmaz Akdeniz Oyunları’nı… Ellerinin altında hem İngilizce, hem de Fransızca tercümeleri yapacak elemana gereksinim vardı. Haber merkezi – ki yayın sorumluluğu onlardaydı – beni göreve çağırdı. 6-17 Ekim 1971 tarihleri arasında yapılan oyunlarda ben de yer alacaktım. Hemen bir ayrıntıyı da paylaşmak isterim. O yıllarda TRT’deki görevine Ankara’daki Spor Servisi’nde başlayan çok değerli dostum, meslektaşım, araştırmacı gazeteciğin simgesi Uğur Dündar da o ekip içindeydi. İngilizce konuşanların dışında, pek çok Frankofon (Fransızca konuşan ülkeler) sporcuları ile röportajları ben yaptım. Çevirileri ile birlikte yayınlandı. Beni neredeyse yayından çeken askeri idari, tam anlamıyla taçlandırmıştı. Eh, yayıncılık da buydu zaten. Her işte olduğu gibi; konuşandan çok, iş yapan kazanıyordu.

12 Eylül ise, daha acı anılarla dolu… 1973-1975 yılları arasında askerliğin yedek subaylık bölümünü Milli Savunma Bakanlığı Plan Program Daire Başkanlığı’nda, hem de paşanın emir subayı olarak yapan ben, TRT’ye döndükten sonra, hem radyo hem de İzmir’de yeni başlayan televizyon yayınlarının ilk sunucularından biri olmuştum. Meslekteki yükselişim hızla sürüyordu. Bu arada meslektaşlarımla dayanışma örgütü olarak kurulan TRTDER’in de kurucuları arasında yer almıştım.

Tüm örgütsel etkinliklere katlıyor, meslek iş ahlakını (bugün hiç kalmayan) yükseltmeye çaba gösteriyorduk. Ve bu tempo içinde günlerimiz sürerken 12 Eylül’de ordu yine yönetme “el koydu”! Radyo’nun başına bir kurmay albay geldi ve başladı personel kıyımına… Merkez’den de gelen emirle 101 arkadaşımız, meslektaşımız, başka bakanlıklarda mecburi göreve yollandılar. Sonradan öğrendiğime göre, aslında sayının 300’ün üzerinde olduğunu söylüyorlardı ama bazı “içlerinde meslek sevgisi olan” ve yönetimde tutulan kişiler, bu sayının artmasını önlemişti!

Görevde kalanlara da bir şeyler yapmalıydılar… İlk işleri, “seslerinizi tekrar denetliyoruz” diyerek, konuşma bantlarımızı Ankara’ya yolladılar. Ve bizim “çok değerli” spiker kardeşlerimizden kurulu bir heyet, sesimizi ve Türkçemizi “yayına uygun bulmadılar”. Yani o güne kadar 1000’e yakın radyo, 100’e yakın (hem de canlı) program sunan ben, Türkçeyi ve konuşmayı unutmuştum!

Bu garabet yetmedi; “sana klasik müzik programı veriyoruz” diye güya beni bir kez daha cezalandırdılar. Oysa o güne kadar, pop müzik dışında, TRT-1’de sabah, öğle ve akşamları hata gece canlı yayını yapan beni böyle cezalandırmaları mümkün değildi. Kendi sözcüklerimle yazayım, “Bu programları ben tırnağım ucuyla yaparım” dedim yöneticilerime… Bana TRT-1’in bölgesel yayınında (ulusal da değil), hafa içinde, pek dinlenilmeyen saate, 30 dakikalık bir süre verdiler. “Aha,” dediler, “burada yap bir program”…

Önce hak verirsiniz ki, çok sinirlendim, çok üzüldüm ama sonra “dinleyicilerimizi neden cezalandırayım ki?” dedim kendi kendime. Ve kollarımı sıvadım… Adını bugün hatırlamadığım, galiba “Sizin seçtikleriniz” olabilir, değişik bir klasik müzik programı tasarladım. Bir yarışma programı olacaktı bu. Sokaktan bulduğum, bakkal, manav, ev hizmetlisi, seyyar satıcı, belediye çöpçüsü gibi çeşitli meslek gruplarından kişiler seçtim. Onları stüdyoya getrdi. Ve her seferinde klasik müziğin unutulmaz eserlerinden on tanesini 30’ar saniye dinlettim onlara. Sonunda da, “en beğendiğiniz 3 tanesini bana yazın” dedim. Ortaklaşa olarak, en yüksek puanı alan 3 tanesini de “o günün en sevilen klasik müzik parçası” ilan ettim. Bu sıraya en yakın tahminde bulunanı da, o günün galibi diye anons ettirdim. Böylece 13 haftanın sonunda (program yalnızca bir yayın dönemi için verilmişti) galiplerle bir final yayını yaparak ilk üç değerlendirmesine ulaştım.

O son hafa, sıra armağan verilmesi gelmişti. Yöneticilere gittim. “Bu finalistlere bir armağan vermemiz gerekiyor. Ne düşünürsünüz?” diye sorunca, “Bizim böyle bir bütçe paramız yok” diye beni başlarından savdılar. Burası TRT idi. Anlı şanlı bir kurum ne olursa olsun, yarışmacılarına bir şeyler vermeli diyerek, Kültür Bakanlığının hediyelik eşyalar satan dükkanına gittim ve çeşitli boylarda “bakır semaver” satın alarak (o gün toplam 100 lira para vermiştim cebimden) yarışmacılara program sonunda o armağanları verdim.

Sonunda ne oldu biliyor musunuz? Müzik Daire Başkanlığı o programımı “Yılın En Başarılı Klasik Müzik Programı” ilan et. Aaaa, tabii bunu açıkça yazıyla yapamadılar. Daire Başkanımız beni bizzat telefonla arayarak kutladı ve “iyi dileklerini” sundu! Ben de sonunda kendisine bana bu program verildiğinde söylediğim aynı sözcüklerle cevap verdim. “Bu programları ben tırnağım ucuyla yaptım”.

Son not: Bugünlerde bile sakalım iki gün uzasa, o karanlık günleri anımsayarak hemen kesiyorum.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu